“Ölüm hakkında yazdıkça, hayal dünyası giderek güçlendi ve bereketli hale geldi. Böylece yaşamak için her türlü sebebi oldu,‟ der Alvarez. Her türlüsebebi oldunun yerine hiçbir sebebi olmadığını koyabiliriz çünkü Plath bunu bizzat yapmıştır. Her şeyin yerine hiçbir şeyi koymuştur. Ona göre simülasyon iki uçlu bir değnekti; bir ucu yaşama, diğer ucuysa ölüme dönük. O, érien" (hiçlik) ucunu seçti.”
Nilgün Marmara
1980 Kuşağı şairlerinden olan Nilgün Marmara 13 Şubat 1958'de İstanbul Kadıköy’de doğar. Annesi Vidinli, babası Plevnelinidir. Anne ve babası 1940’larda İstanbul’a göç ederler ve göçmen talebe birliğinde tanışıp evlenirler.
İlkokulu Kadıköy Altıyol’daki Gazi Mustafa Kemal Paşa İlkokulu’nda okur. İlkokulu bitirince Milli Eğitim Bakanlığının yaptığı sınava girerek, döneminin en iyi okullarından biri olan Kadıköy Maarif Koleji’ni kazanır. Bu kolej, kesintisiz İngilizce hazırlık eğitimi veren tek devlet ortaöğretim kurumudur. Türkiye’nin seçkin eğitim kurumlarından biridir. Nilgün Marmara, burada çok iyi bir yabancı dil eğitimi almış, birçok kitap okuma fırsatı bulmuştur.
Maarif Koleji’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanır fakat üniversitedeki siyasi gruplardan rahatsız olup üniversite sınavına yeniden hazırlanır ve Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanır. Daha sonra ev toplantılarında tanıştığı Kağan Önal ile evlenir.
Nilgün Marmara’nın şiir yazdığı dönemde birçok kadın şair de bulunmaktadır. Lale Müldür, Gülseli İnal ve Nilgün Marmara kalıcı olmayı başarabilenlerdir. Nilgün Marmara, yirmi dokuz yaşında ölmeyi seçtiği için bir “fenomen” olarak kalmıştır. Erken vefat ettiği için şiirleri tamamlanmamış olsa da günümüze kadar kalacak bir felsefi derinlikte olabilmiştir.
Nilgün Marmara, üniversite eğitimi sırasında Sylvia Plath'ın tüm eserlerini okur, onun eserlerinde anlattığı toplumun kadınlar üzerine haksız bir şekilde ağır sorumluluklar yüklemesinden, onların birer birey olduklarının göz ardı edilmesinden çok etkilenir. Üniversite bitirme tezinde yine Sylvia Plath’i konu edinerek kendinde de bulunan hastalığı anlamaya çalışır.
Daha sonra Endüstri Mühendisi olan eşi Kağan Önal’in işi dolayısıyla Libya’ya gider ve bir süre orada kalırlar. O dönemde Avusturya’ya da gider. Türkiye’deki yakın arkadaşlarına yazdığı şiirleri göndermeye devam eder. Türkiye’ye geri döndüklerinde ise hastalığı ilerlemiştir ve tedavi olmayı kabul etmez. Etrafındaki aile bireylerini tehdit olarak algılamaya başlamıştır. İstenmediğini, anlaşılmadığını düşünmektedir. Kullanması gereken lityum tuzlarının zihni uyuşturucu etkisi olduğu için ilaçları almayı istememektedir.
Tedavi olmamış bipolar bozukluğu olan kişilerde sol anterior gri maddede azalma gerçekleşmektedir. Lityum ise gri madde değişikliklerini geri döndürmektedir. Dinlenmesi gereken; ama okuma- yazmaya ara vermek istemeyen ve bu yüzden de lityum tuzlarını almayı reddeden şairin hastalığı iyice ilerleyecektir; öyle ki bilişsel yetilerinde bozulmalar ortaya çıkacaktır. Emel Şahinkaya şairin ruh halinin vahametini şöyle ifade etmiştir:
“Dün bize gittik, ben de yemekleri hazırladım, sonra uyuyakaldım. Uyandığımda Nilgün sol gözünü bozmuştu. Kirpik kaçtı diye ovarak oymuştu. Yeni almış olduğu kuşlar da evde ölmüş olabilirlermiş. Ağladı ve Feryal ona inandı. “Üzülme, ben gidip bakarım, sana telefon ederim, ölmediklerini söylerim” Ama Nilgün gülerek “Saçmalama, sana ne kuşlardan ölmüşlerse de” deyince Feryal ağladı ve ben de bardak fırlatıp kırdım. Ben öyle yapıyorum, önümdeki camı alıp atıveriyorum, çok da güzel sesi var kırılanın ve kendi kendini kıranın hiç yok.
(…)
Nilgün bana sümbül ve sim çiçekleri getirdi. Gözüne kaçan kirpiği çıkarmış ama o bir başkasının kirpiğiymiş.(…)”
Şair, hayatının son dönemlerinde psikolojik durumunun kötüleşmesiyle birlikte paronoid sanrılar görmeye, çevresindeki herkesi, -ailesi de dâhil- düşman olarak algılamaya başlar. İzlendiğini zanneder. İnsanlarla ilişkilerinde sorunlar yaşar. 13 Ekim 1987’de depresif epizotlarının etkisiyle ölüm ve intihar düşüncelerine kapılır. Yakınlarına bir özür mektubu yazdıktan sonra önce kullanması gereken ilaçların hepsini içmeye kalkar sonra bunun yerine kendisini evinin penceresinden atar ve hayatını kaybeder.
Nilgün Marmara; sosyal ve güzel bir kadındır. Çevresindeki erkekler ona hayrandır. Fakat şairin şiir yazdığını, edebiyata olan derin ilgisini bile bilmezler. Bu yüzden insanlar tarafından anlaşılamadığını düşünür. Şiir yazdığını sadece çok yakınları bilmektedir, yazdığı şiirleri ise çok az kişiye gösterir.
Sanatla ilgilen insanlar, herkesin sıradan gördüğü bir durum ya da olaya çok daha duyarlı bir yaklaşım sergileyebilirler. Onlar, evreni alelade gözlerle görmezler. Baktıkları her şeyden derin ve felsefi anlamlar çıkarabilirler. Aynı duyarlılığı taşıyamayan kişiler tarafından anlaşılamamak ise şairi yaralamaktadır.
Şairin ölümünün ardından çok şey konuşulur. Ölümü adeta efsaneleştirilir. “Kendisini Rumeli Hisarı’ndan attığı, üzerinde mor bir eşarbın olduğu, atlarken bu eşarbın dalgalandığına, hatta bu ölümün intihar değil cinayet olduğuna, onu MİT’in öldürdüğüne dair söylentiler yayılmıştır.” İntihar etme nedenini Sylvia Plath hakkında yazdığı teze bağlayanlar olmuştur. Lale Müldür, Kağan Önal'ın general babasının tuttuğu biri tarafından pencereden atılarak öldürüldüğünü iddiasını ortaya atmıştır. Medyada ise çocuğu olmadığı için depresyona girdiği ve intihar ettiği haberleri yazılmıştır. Hatta ölümü için Ece Ayhan’ı suçlayan bir çoğunluk bile vardır. Şöyle anlatılır:
“Ece Ayhan bir gün arkadaşlarıyla bir meyhanede otururken bir genç kız bir şey söyleyeceğim diyerek onun yanına yaklaşır ve bir şişe kırmızı şarabı başından aşağıya döker. Ayhan kıza bir şey yapmaz ve der ki “babalarına yapmıyorlar, bana yapıyorlar; çünkü güçleri bana yetiyor”. Oysa Ayhan'ın ne üzerindeki ceketten başka bir ceketi ne de onu kuru temizlemeye verecek parası vardır.” Sonrasında yapılan suçlamalara Nilgün Marmara Üzerine 8 soru ve 128 Nilgün Marmara isimli yazılarıyla cevap verir.
Nilgün Marmara’nın evi yaşadığı dönemde şairlerin buluşma yeri haline gelmiştir. Eşi de onun gibi edebiyatı seven biridir. Pazar günleri şairlerle birlikte tavuk budu partisi yaparlar. Yaşadığı dönemde İlhan Berk, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cemal Süreya’yı tanımış; Haydar Ergülen, Orhan Alkaya, Lale Müldür, Gülseli İnal, Cezmi Ersöz, Turgay Özen ve Mustafa Irgat en yakın arkadaşları olmuştur. Hatta Nilgün Marmara’yı şiir çevresine tanıtan da İlhan Berk’tir. Ona "Büyük Nilgün" diye hitap etmiştir.
Şaire, çevresindekiler tarafından farklı benzetmeler yapılmıştır. Yakın dostu Seyhan Erözçelik için o “Çocuk Hanımefendi’dir. Beyaz ve soylu bir kargaya benzer.
Karga, herkesin bildiği gibi rengi siyah olan bir hayvandır. Yumurtadan beyaz renkli çıkma ihtimali çok düşüktür. Eğer karga, beyaz çıkarsa anne karga bu yavruyu diğerlerine benzemediği için yuvadan aşağı atar. Nilgün Marmara da ona göre nadir bulunabilecek bir insandır.
Cemal Süreya, şairi Amerikan yazarı Scott Fitzgerald'ın çılgın karısı Zelda'ya benzetir ve ona böyle hitap eder. Günler kitabında da zaman zaman ondan “Zelda” diye söz eder.
Ece Ayhan, yazılarında ondan “128 Nilgün Marmara” diye söz eder. Bu numara hem onun “Meçhul Öğrenci Anıtı” isimli şiirindeki devrimci öğrencinin hem de Füruzan’ın “Kış Gelmeden” isimli öyküsündeki arka sıralarda oturan, unutulmuş, dışlanmış öğrencinin okul numarasıdır. Aynı zamanda Nilgün Marmara’nın okul numarası ve mezar numarası da “128”dir.
Nilgün Marmara için şiir; bir kaçış alanı, içini dökme aracı, yaşama katlanabilmesini sağlayan bir dal olur. Yaşadığı dönem; ülkenin üst üste darbeler, kısıtlamalar gördüğü, kaosun hâkim olduğu bir dönemdir. Yetişmekte olan ve duygusal bir ruh halinde bulunan şair için, gördüklerini unutmak hiç kolay olmaz. Çocukluk anılarında bu travmasını şu şekilde dile getirir:
“Tarkovsky, dünyayla tanışma tümcesi olarak “Anne bak guguk kuşu” örneğini veriyor. Bense bir pencereye soluğumu üfleyerek bulandırdığım camda
“Anne bak çöpçü”
“Anne bak sinek”
“Anne bak polis”
Dediğimi anımsıyorum.
Yakalandığı bipolar hastalığı nedeniyle de yaratıcılığı zaman zaman yok olma noktasına gelmektedir. Günlüklerinde bunu da ele alır:
“Gerçekliğin benim düşlerimden bir ayrımı yok− Öylesine ince delikli bir ağ ki bu üzerime kapanan, kapanan, kapanan”
…….
“Bu KAPAN!
Gömütün kapağı hep açık, ölünceye dek – yaşadıkça uçuşan anları, düşünceyi ve duyumları bir bir atıyoruz içeri, sonra hiçbir şey biriktirilemez, üretilemez duruma geldiğinde kendimiz giriyoruz ve örtüyoruz kapağı üzerimize.”
Şairin duygu durumu da hastalığı nedeniyle değişkenlik gösterir. Yaşanamaz durumda olan dünyaya, sanata ve deliliğe yaslanarak tutunur. Şiirlerinde de iki temel tema olarak yaşam ve ölüm vardır. Ölüm hayatın bir gerçeğidir. Nilgün Marmara, bu gerçeği çok boyutlu olarak ele alır. Ona göre sanatının kaynağı acıdır. Sanatçı, eser yaratım sürecinde derin ıstırap çeker.
Şair için şiir, dairesel bir labirentte yeşil merkezden dağılan ana yolları kesen kısa keçiyolları açmaktır; üzerinden kurtlar da aşırır, tilkiler de… Sıçrama, uzun yolları kesmek amacı, çembere ulaşma duygusu ve “hasta olmayan hayvana” duyulan özlemle gerçekleştirilir.
Nilgün Marmara, erken ölümüne rağmen kendisinden geriye, giz taşıyıcı simgelerle örülü, yaşam ile ölümü daha yakından görmemize olanak sağlayan çok değerli şiirler bırakmıştır. Düşü Ne Biliyorum şiirinde ifade ettiği gibi ölüm insana hep çok yakındır. Kendini, sonsuz bir hayatta zanneder fakat ölümü düşünmemek onu yok etmeye yetmez. Kendini her an ölümün kucağında bulabilir. Canlı cansız tüm varlıklar aslında yaşayan birer ölüdür.
“Gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık olana”
Gök yarıldığında, yıldızlar döküldüğünde, yaklaşan sizce nedir?