Sade bir yolculuk… Üç beş kitap, bir sırt çantası, bir dal kurutulmuş papatya…
Kendi hilelerine güvenen bunca insanın arasından sıyrılıp hayalini kurduğum durağanlığa varmak istiyordum. Kafamdaki soruları da geride bırakabilsem aydınlık bir yaşamın ikinci dönemi başlayacaktı. Ne zaman bir yolculuk fikrine hazırlansam binlerce soruya cevap ararken buluyordum kendimi. Aylardan ağustos, günlerden çarşambaydı. İçinde kaybolduğum sorulardan bir tanesine takıldı aklım. Sonra bir sessizlik sardı odayı. Bir defter, bir kalem, evin anahtarlarını alıp sokağa çıkmam birkaç saniye sürdü. Sokakta gördüğüm insanlara “aşk” ı soracaktım. Evet, delirmiştim belki de. Bir soru olarak kalmasındansa cevaplanmış bir soruya dönüşmesinin daha huzur verici olduğunu düşündüm…
Sokağı dönünce karşıma çıkan bir kitabevinin önündeki masada oturan adama “Aşk nedir?” diye sordum. Şaşkın bakışlarını sabitlediği yüzümde kocaman bir gülümseme vardı. Bir iki dakika sonra okuduğu kitabın kapağını kapattı. “Üvercinka” yazıyordu kitabın üzerinde. Doğru insana doğru soru sorduğuma inanmıştım.
“Aşk, bir kişinin dünyanın geri kalan kısmından daha önemli olmasıdır. “[1]
Teşekkür edip kalktım masadan. Tekrar açtığı kitap sayfasında büyük harflerle “Önceleyin” yazıyordu. Yürümeye devam ettim. Arnavut kaldırımları, kalabalıklar, günün akışında kaybolmaya yüz tutmuş insanlar geçiyordum. Kaldırımın ortasında durup bir çocuğa balon alan adamı gördüm. Adımlarımı hızlandırıp yanına gittim ve “Aşk nedir?” diye sordum. Elini tuttuğu kız çocuğuyla birbirlerine bakıp gülümsediler. Siyah, kare saatinin olduğu elini çenesine götürdü. Güneş gözlüklerinin ardında nasıl bir göz vardı bilmiyorum ama bir küçük kız çocuğunun sevincinde gözlerinin gülümsediğinden emindim.
Derin bir nefes aldıktan sonra;
“Aşk, evlattır.” [2] dedi.
Baloncu, bir baba, ben ve çocuk için dünya bir saniyede güzelleşti. Teşekkür edip yanlarından ayrıldım. Denize çıkan sokağın sol tarafında yürüyordum.
Trafiğe kapalı, restoranların, kitabevi, manav, market, kozmetik dükkanlarının olduğu bir sokaktı. Yolun karşısında duran zarif kadın dikkatimi çekti. Telefonla konuşuyordu, diğer elinde bilgisayarı vardı. Bir süre zerafetini izledim. Telefon görüşmesi bittikten sonra yaklaştım ve “Affedersiniz, size bir şey sormak istiyorum.” Dedim. Gördüğüm şaşkınlığa alışmıştım. “Sizce aşk nedir?”
Derin bir soluk aldıktan sonra; “Aşk, heyecandır.” [3] dedi ve gülümsedi. Bir insanın yüzünde çiçek açtığına tanık oldum. Teşekkür edip yürümeye devam ettim. Evden çıkarken sıradan gibi görünen fikrim gittikçe garip bir hal alıyordu. Kaldırım kenarında motosikletine yaslanmış, iki kolunu göğsünde birleştirmiş bir adam, dikkatle karşısında konuşan adamı dinliyordu. Bu soruyu ikisine de sormak için yolun karşısına geçtim.
“Affedersiniz, sizce aşk nedir?”
Önce birbirlerine baktılar, sonra da gülümsediler. Motosikletine yaslanan adam güneş gözlüğünü çıkarttı. Derin, anlam dolu bir çift göze sahip. Ne büyük şans diye düşündüm. İnce yüzündeki kıvrımlarda hayat koşuyordu. Elini çenesine götürdü, başını öne eğdi ve sonra:
“Aşk, hissetmektir.” [4] dedi.
Defterime hızlıca hissetmek yazdım. Yanındaki arkadaşına döndüm. Cevap beklediğimi yüzümden anlamış olacak ki hemen;
“Aşk, mavidir.” [5] dedi. Aşkı bir renge benzetmek ya da bir renkle tanımlamak ne güzel diye düşündüm. İkisine de teşekkür edip yanlarından ayrıldım. Kaç yıldır boş durduğunu bilmediğim bir defter hayat doluyordu. Birkaç adım ötede tango yapan çiftler ve etrafında bir çember oluşturan insanlar vardı. Hayranlıkla izliyorlardı, ben de onlardan biriydim. Ne zarif ve tutkulu bir dans. Dansları bittikten sonra izleyicilere selam verdiler. Yakınımda duran bir dansçıya aşkı sordum.
“Aşk, aptallıktır.” [6] dedi. Bu kez ben şaşırmıştım. Oturup konuşsam kim bilir neler anlatırdı aşka dair? Uzatmadan teşekkür edip yanından ayrıldım.
Birkaç adım ötede bir kadın -uzun boylu, sarı saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli- turuncu elbisesiyle dikkatimi çekti. Ona doğru yürümeye başladım. Evden üç sokak uzaklaşmıştım. Üç sokağa ne çok hayat sığıyormuş. “Affedersiniz, size bir şey sorabilir miyim?” Arkasını döndü. Kucağında bir demet şakayık ve üç dört kitap vardı. “Elbette.” Diye yanıtladı. “Sizce aşk nedir?”
“Aşk, tutkudur.”[7] Çiçeklerden, kitaplardan ve gülümsemesinden anlaşılacağı gibi insanlardan hoşlanan biri için harika bir cevaptı. Teşekkür edip yürümeye devam ettim. Hafif bir yokuşun sonunda deniz görünüyordu. Yürüdüğüm yolun hemen sağ tarafında bahçeli bir ev gördüm. Bahçesi bayram yeri gibiydi. Öyle güzel bakılmıştı ki buradan geçen her insan bu bahçeye hayran kalırdı. Bahçeyle ilgilenen adamı gördüm. Boyu belime denk gelen bahçe duvarından seslendim. “Bakar mısınız? Bir şey sorabilir miyim?”
“Buyurun.”
Sizce aşk nedir?
Ellerinde eldiven ve bahçe makası vardı. Eldiveni çıkartıp makasla birlikte yere bıraktı. Şapkasını da çıkardı, birkaç saniye düşündükten sonra;
“Aşk, yüce bir duygudur.” [8]
Durup düşündüm. Keşke o cennet bahçesinde oturup hayat hikayesini dinlesem. Gülümsedim ve teşekkür edip yürümeye devam ettim. Eliyle selam verip sağ olun dedikten sonra bahçesine döndü. Hemen yanında bir cafe vardı. Kapısının önünde dört masa, sekiz sandalye ve her masada kuru çiçekler vardı. Bir masada iki adam oturmuş sohbet ediyorlardı. Sohbetlerini bölmek saygısızlık olacaktı. Yanlarındaki masaya oturdum, müsait bir anda seslenip sorumu soracaktım. Masada kitaplar vardı ve kitapların üzerinde iki stetoskop. Heyecanlanmıştım. Doktorlara çocukluğumdan beri hayranlık ve saygı duyuyordum. Sessizlik olan bir anda, “Affedersiniz. Bir şey sorabilir miyim? Sizce aşk nedir?” diye sordum. Hem şaşkınlık hem de sanki bu soruyu beklermiş gibi bir hazır oluşluk vardı yüzlerinde.
Sol tarafta oturan adam:
“Aşk, kendini yok saymaktır.” [9] dedi. Hemen karşısında oturan adam ise;
“Aşk, zerafetiyle umarsızca zamansız gelendir.”[10] dedi.
Defterime not edip ayrıldım yanlarından. Caddeye gelmiştim. Işıkları geçip sahile çıktım. Banklarda oturan, balık tutan, yürüyüş yapan insanlar vardı. Yürüyüş yapan bir kadını durdurdum. Kulaklığından yüksek seste müzik yayılıyordu. Kulaklıktaki sakin ses, “Lafügüzaf” diyordu. Kadın tüm güzelliğiyle selam verdi. Bekletmeden “Sizce aşk nedir?” diye sordum. Aynı hızda;
“Aşk, kabullendiğin tüm kaybolmuşluğun içinde kafanı kaldırdığında gördüğün umut ışığıdır.”[11] Dedi.
Neler yaşadığını çok merak etmiştim. Karşısına otursam yıllarca onu dinleyebilirdim. Teşekkür edip yürümeye devam ettim. Bir adam, yalnızlığıyla dertleşen bir adam oturuyordu bankta. Soruma cevap vermeye hazırmış gibi hızla yanına yaklaştım ve sorumu sordum.
“Aşk, kavuşmaktır.”[12] Dedi.
Yürümeye devam ettim. Başka bir bankta yalnız bir adam vardı. Denize dalmış gitmiş kim bilir ne düşünceler içinde koşuşturuyordu. Yanına oturmak için izin istedim, başıyla onayladı. Elinde siyah beyaz bir fotoğraf vardı, fotoğrafta ise zarif bir kadın gülümsüyordu. O fotoğrafın altında tam seçemediğim, yarısını görebildiğim bir aile fotoğrafı vardı. Aynı kadın, orada da kucağında bir çocuk tutuyordu. Aynı güzel bakış adamın da yüzüne yerleşmişti. Annesi olduğunu düşündüm. Diğer elinde kâğıttan bir gemi duruyordu. Daha çok deniz ona bakıyordu sanki. Çok zaman kaybetmeden; “Size bir şey sormak istiyorum. Sizce aşk nedir?” Sessizliği yırtan sesinden:
“Aşk, tehlikeyi güzelleştirme sanatıdır.” [13] kelimeleri döküldü. Gülümsedik. O denize döndü, ben yürüyüşüme. İki bank ötede bir kadın tuvaline şehri resmediyordu. Hemen ayak ucunda yere uzanmış kıvırcık tüyleriyle pamuğa benzeyen bir köpek yatıyordu. Tam bir yol arkadaşlığıydı ikisi de. Yanına oturdum ve “İzninizle bir soru sormak istiyorum.” Dedim. “Elbette” derken öyle bir gülümsemesi vardı ki çiçek bahçeleri dolmuştu yüzü. “Sizce aşk nedir?”
“Aşk, ihtiyaçtır. Körlüktür. Gerçekte olanı görmezsin, görmek istediğini oldurtmaya çalışırsın." [14] dedi. Bence şehir onun resmini yapıyordu ve farkında değildi. Yürüyüşüme devam ettim. Bir teknenin kıyıya bakan yüzünde bir adam oturuyordu. Bir çılgınlık yapıp yanına gitsem diye düşündüm. Bana kızar mıydı? Hep bu sanmalarımız, bir başkası yerine düşünüp davranışlarımızı, düşüncelerimizi esirgeyişlerimiz… Aynı duygu sarmıştı bedenimi. Ama bu kez kendimi yenip düşündüğümü gerçekleştirecektim. Yanına gittim. “Rahatsız ediyorum, size bir soru sorabilir miyim?” dedim. “Buyurun, elbette sorabilirsiniz” derken ayağa kalktı. Heybetin, asaletin, çocuksu yanın bir arada durduğu bir vücudu vardı. Gülümseyişinden insan sevgisi yayılıyordu. “Sizce aşk nedir?” diye sordum.
“Aşk, ten uyumudur.” [15] dedi. Uyum kelimesinin anlamına kavuştuğu bir an’dı. Teşekkür edip yürüyüşüme ya da arayışıma devam ettim. Akşam olmak üzereydi. Deniz kenarındaki bir cafede kahve içen ve kitap okuyan bir adam vardı. “Affedersiniz, bir soru sorabilir miyim?” “Tabii, buyurun.” Dedi. Sorumu sordum ve:
“Aşk, gökkuşağının görmediğimiz sekizinci rengidir.” [16] dedi. Masanın üzerinde duran kitabın kapağı kapandı. Üzerinde “Serenad” yazıyordu. Teşekkür ettim…
Onlarca insana aynı soruyu sorup birer cümle, kelime de olsa aldığım cevaplarla eve dönüyordum. Bir gün içinde, onlarca şehir, ülke gezmiş kadar yolculuk yaptım. Başımı alıp gitmeye gerek var mıydı diye düşündüm. Eve geldim. Yola çıkmak için hazırladığım çantamı boşalttım. Masaya oturdum, deftere yazdıklarımı okudum. Bitirdiğimde bir yolculuktan dönmüştüm. Her gün çıkılan ama gidildiği fark edilmeyen büyük bir yolculuktan…
1-Kemal GÖK
2-Anıl CANTÜRK
3-Serpil ÇEVİK
4-DEVRİM
5-Memet YILDIZ
6-Faruk BERBER
7-Rana Serap ARTUĞ ÇİL
8-Keramettin BİLGEHAN
9-Uzm. Dr. Hakan ŞEN
10-Dr. Bahadır TAŞÇIKAN
11-Sanem YOLDAŞ
12-Erdi TUNÇ
13-Burak KETENCİ
14-Aynur GÖRMÜŞ
15-Kutay YILMAZDEMİR
16-Ferhat ŞAŞMAZ