Mucize Sergisi

 

 

Göğün yeryüzüne armağan olarak sunduğu bir yağmur şöleninin tam ortasındaydım. Tüm sakinliğiyle yerde biriken çoğunluğa varan yağmur damlalarının, sona ulaşmadan önce mavi şemsiyemin üzerinde yarattığı senfoniyi dinliyordum. Birazdan bir sokak boyu kadar yürüyüp galeriye ulaşmış olacaktım. Saat 17.00 olmasına rağmen yeryüzüne yansıyan renk; griydi. Mevsim, sonbahar. O gün, en yakın dostumun fotoğraf sergisi vardı…

Başı öne eğik insanlar geçtikten ve onlarca taşın üzerinde yürüdükten sonra galerinin dev gibi duran cam kapısının önündeydim. Kapının hemen üstünde; koyu yeşil, kenarları fırfırlı bir tente ve kapının önünde ıslak şemsiyelerimizi koymamız için mor bir şemsiye kutusu vardı. Topuklu çizmelerimi paspasa hafifçe sildikten sonra içeri girdim. Eros’un Harpocrates’ e (SessizlikTanrısı) hediye ettiği gülün içine saklanan bir sessizlik vardı salonda. İnsanlar, duvarlara sabitlenmiş, birbirine eşit mesafede duran fotoğraflara dalıp gitmişlerdi. Sergi gezime, kapının sağındaki duvarda asılı duran fotoğrafı incelemekle başladım.

Fotoğraftaki göğün sol üst köşesinde toplanmış bulutlar, olanca beyazlığını batmaya hazırlanan gün ışığına sunuyordu. Fotoğrafın sağ üst köşesinde bir ağacın ince yapılı dalları duruyordu. Huzurun fotoğrafında ölümsüzleşmek istemişti belki de. Güneşin sırtını yasladığı bir tepeden düzlüğe kadar kehribar rengi otlar yayılıyordu. Yer yer çizgiler halinde yığılan  otların insanlar tarafından kesildiği bir yılın, belli bir dönemini anlattığı anlaşılıyordu. Fotoğrafın altında ve tam ortada fotoğrafçının adı yazıyordu. Adını okuduğumda bir gurur yerleşmişti duruşuma. Yüzümde ise kocaman bir gülümseme…

Bu fotoğrafın iki adım solunda bir orman fotoğrafı asılıydı. Göğe uzanan inceli kalınlı ağaç gövdeleri ve dallarının izin verdiği yerlerden ormana, oradan fotoğrafa sızan gün ışığı. Ağaçların birbirleriyle konuştuklarını düşündüm. En heybetli olan ağacın diğer ağaçların sığınağı olduğunu, tıpkı bir insan yüreği gibi yaşadığını hissettim.

Hemen yanında bir gün batımı fotoğrafı vardı. Köpük köpük dalgaların yayıldığı bir denizin hemen üzerinde ince bir çizgiye dönüşen göğün turuncusundan, maun renginden aldım. Güneş, mavinin ve turuncunun birbirinden farklı tonlarını tutuyordu. Ve mutluydu, bunu görebiliyordum. Bu yüzden gün batımlarını seviyordum belki de. O günü aydınlatan güneşin haklı gururundan bir pay aldığım için ve türlü maviliklere bulaştığım için, seviyordum.

Yeryüzünün tüm güzelliklerini ölümsüzleştiren dostumun bu eşsiz yeteneğiyle övündüm bir süre. Bakmakla görmek arasındaki farkı yakalamış insanlar benim için her zaman çok kıymetli olmuştu.

Gün batımı fotoğrafının asılı olduğu duvarın bitiminde keskin bir bitişle sola doğru uzayan başka bir duvar başlıyordu. Sola döndükten sonra aydınlığıyla beni içine alan bir fotoğraf vardı. Vücudumun bütün hücreleri şaşkınlıktan çalışamaz oldu.  Gözlerimi kırpmadan ne kadar süre o fotoğrafa baktığımı hiç bilmiyorum. Bir fotoğraf, aynı zamanda bir insan canlılığını nasıl taşıyordu?

Sol  üst köşeden yayılan sarı rengin şöleni. Her an 107 milyon hücre taşıyan bir çift gözden yayılan sadeliğin ışığında yüreğimin tüm havasını baharlara çeviren bir sonsuzluk…

Bu bir adamın fotoğrafıydı ve asla sıradan bir fotoğraf olarak bakılamazdı. Gözlerimi birkaç saniye kapatıp derin bir nefes aldım. Gözlerimi açmamla salonda “Chopin - Nocturne op.9 No.2” eserinin çalması bir oldu. Evet, bu adam belki de bir notanın bütün güzelliğini taşıyordu. Saçlarının duruşu, bağımsız bir duruşun habercisiydi. Alnının hafif çizgileri saçlarının özgürlüğüne koşan çizgilerdi. Her hücresinde hayatın renklerinin saklı olduğunu düşündüm. Kaşlarının keskinliği, yumuşacık bir bakışa yenik düşüyordu. Gözlerine bakan bir çift küçük göz görebilirdi ama ben, gözlerinden büyülenmiştim. Ardında bambaşka bir dünyanın var olduğuna inandım. Tanrı’ nın ölçüleriyle var edilmiş bir burnu vardı. Bu özenişin içinde aldığı nefesin tazeliğini düşledim ve onunla aynı havayı solumanın eşsizliğini. Burnu ve dudakları arasındaki mesafenin Tanrı’ nın eşitlik anlayışıyla yaratıldığından emindim. İnce ve bir o kadar havasına kapıldığım dudaklarından yerin, göğün en güzel sesi yayılıyordu. Kimse duymamıştı belki ama benim karşımda duran bu fotoğraftaki adam, konuşuyordu. Gülüşünü fark ettim sonra. İnsanlara en yakışan duruşun gülümseme olduğu söylemeye başladığımdan beri gördüğüm en derin gülümsemeydi. Ben, var edilmiş bir mucizenin ışığında duruyordum. Yağmurun, müziğin, insanların sesi bir süreliğine yok olmuştu. Sadece karşımda duran adamın yaradılış güzelliğine tamamlanmış olması ve yüreğimin derinlerinden bütün vücuduma yayılan o tarifsiz heyecan vardı. Zaman, bir insanın gülümsemesine akıyordu ve ben, bu akıntıya kendimi teslim etmiştim. Yağmurlu bir sonbahar günüydü…

 

Serap Şahin

 

Image

Arzu KOLOĞLU

1978 yılında Niğde’de memur bir aile...

Image

Aynur GÖRMÜŞ

“Aynur Görmüş” Kimdir? 17 Şubat...

Image

Aynur KULAK

2005 yılında Günlerden Bir Gün romanı ile ede...

Image

Ayşegül EKŞİOĞLU

İstanbul’da doğdum, Pertevn...

Image

Burak KETENCİ

1976 yılında İstanbul’da doğdu. Y...

Image

Gülhan MERİÇ

1975 yılı Düzce doğumludur. Anadolu üniver...

Image

Hasan Ünal TEKAĞAÇ

1974 yılında doğdu. Amasya Merzifonludur....

Image

İbrahim KORKMAZ

1986 yılı Bulgaristan doğumlu olan İbrahim Ko...

Image

İlkay AKIN

Almanya’da doğdum. İlköğretim 1. sınıfı...

Image

Psk. İlkim ÖZ

İlkim öz, Ankara doğumlu olup Hacettepe ünive...

Image

Mehmet DEĞİRMENCİ

1974 yılında Denizli’de doğdu. İstanbul...

Image

Orçun OĞLAKCIOĞLU

Orçun Oğlakcıoğlu 1974 yılında Denizli’...

Image

Özlem KALKAN ERENUS

1989 yılında İstanbul Lisesi'nden, 1993'te...