Kuzguncuk'ta Bir Sonbahar Sabahı

 

 

 

Kaldırım taşlarına sinen sonbahar serinliği, Üsküdar’dan Kuzguncuk’a telaşsız adımlarla yürüyoruz. Denizin koyu mavisinde karşı kıyıların sabahını selamladık kızımla. Hayatın bir dönemini kapayan ve onun için yepyeni bir dönemi açan günlerdeyiz. O artık üniversiteli. Sahilde gözlerimizi kısarak okullarımızı seçmeye çalıştık. İkimiz de aynı denize bakarak okumuş olacağız, iz bırakacak anlarındaki ortak fon beni mutlu ediyor. Onun için keşiflerin, yenilerin epey çoğalacağı bir sonbahar mevsiminde bir keşif de benimle olsun dedim ve Kuzguncuk’ta bir kahvaltı niyetiyle işte buradayız. Hangi detaylarla, güzelliklerle karşılaşacağını bilmeden beklentisi düşük bir evet çıkmıştı aslında ağzından ve ben ruhunda çok daha fazlasının kalacağını tahmin etmiştim. Dediğim gibi de oldu.

Yavaşlamanın kıymetini anlıyor insan böyle zamanlarda, yanından geçip giden seslerin, renklerin, hislerin anlattığı çok şey olduğunu tabii ki. Belki sadece akıp giden zamanı izlemek, içinde seni oradan oraya sürüklemeye çalışan “görevler” ve “sorumluluklar” gürültüsünü bir parça susturmak ne kadar iyi geliyor. Henüz sararmaya yüz tutmuş yaprakların arasından ince bir ışık hüzmesi ayaklarımızın dibine düştü. Bir gezi yazısı yazma planını erteleme hissiyle bakındım çevreme, o bugünün konusu değil.  Bir kadın elinde bir tomar anahtarla önümüzden geçti, benim de gözümün takıldığı bir mağazanın kilidini buldu o anahtarlardan biri. Yukarılara doğru mahalle parkının yanında tembel tembel yatan sokak dostumuzun sinirli bakışlarına şahit olduk. Bana sadece bakabilirsiniz, ileri giderseniz affetmem bakışını ufak bir tecrübeyle sabitledik. Onu kendi haline bırakarak, açlığımızın sesini duymadan yürüdük. Kendine ait ruhu, karakteri, kimliği olan semtleri kendi ritüelleriyle sevmek kâfidir. Olağan, telaşsız, dingin. Belki benim için de kendimle başbaşa kalma ihtiyacımda bir kapı araladı, bilemiyorum, zaman gösterecek.  Hepsi bir yana İstanbul’un en ulaşılabilir köşelerinden birinde bana bu planı yaptırabilecek bir kozanın olması ne büyük bir şans. Kızım, “Anne burası sanki İstanbul değil,” derken ben içimden aslında burası tam da İstanbul cevabını geçiriyordum. Karmaşanın içine doğmuş bir genç ruhun bu hisse kapılmasına hüzünlensem mi, bu güzelliklerle tanıştırdığıma sevinsem mi bilemedim.

Köpeğini dolaştıran genç bir kadınla kısaca selamlaştık. Onun acelesine aldırmayan, ağzındaki topla oradan oraya koşturan kaygısız bize de pas vermedi. Az sonra yokuştan geri dönerken o genç kadını yeniden görecektik ve ben kısacık kesilmiş saçları, minicik yuvarlak güneş gözlükleri, kulağında kulaklığı, elinde iş çantası, rahat, spor kıyafetiyle, insana umut veren özgüvenli yürüyüşüne hayran kalacaktım. “Bir an seni de böyle hayal ettim,” dedim kızıma. Gülümsedi. Psikoloji bir kocaman bilinmez dünya. Bu dünyanın içine girerek elbette ki insanlara dokunabileceği, faydalı olabileceği bir alanı seçmesi beni mutlu ediyordu, bunu saklayamam.

Sade, kendi halinde, kendi demi ve tınısındaki mekânlar insana kendisini ne kadar da değerli hissettiriyor. İç sesini dinliyor insan, İspanyol yazar Miguel de Cervantes‘in Don Kişot romanındaki gibi biz bu dünyanın ölümlüleri İstanbul’un yel değirmenlerine karşı savaşırken çok yoruluyoruz. Her bir hırpalanmada yaralarımızla evimize dönüyor, iyileşince yeniden o hengâmeye kaptırıyoruz kendimizi. İşte bu anlar, bu mevsim, bu sokaklar, ağaçlar ve binalar, kediler ve sesler yanımıza alacağımız Sancho Panza’lardır.  Don Kişot misali akıl sağlığımızdan ne kadar emin olmalıyız bu koca şehirde bilemiyorum ama yeniden yeniden denemek, yaralarımızı iyileştirmek için yine bu şehirden medet ummak kentliye özgü bir nefes alma yöntemidir.

Hediye seçmek için de bulunmaz bir hazine Kuzguncuk, bunu da söylemeden geçemeyeceğim. Esnafı kibar, ilgili, güler yüzlü. Hikâyesi olan seçimler için gözünüze çarpan bir kapıdan girmeniz yeterli, gerisini onlarla sohbet ederken çözüveriyorsunuz. Biz çok sevdiğimiz, canımızın bir parçası olan dostumuza minik bir iyileşme hediyesi bakmaya karar vermiştik. Uzun ve yorucu bir tedavi sürecinin sonunda sağlığına kavuşmasını kutlayacaktık. Bir defter çıktı karşımıza, el yapımı, yazı yazdığınız zaman arka sayfaya geçirmeyen, dolmakalem için ideal bir defter. Kapağında İstanbul’un renklerini çizgilerle anlatan bir resim var, içinde resmi anlatan kısa bir yazı. Bu özel deftere altın renkli, güneş ışınlarını simgeleyen bir güneş kolye eşlik etti yine aynı mağazadan.  Kuzguncuk’tan ayrılmadan önceki son durağımız aslında oturana kadar çok da fark etmediğimiz harika bir kafe oldu. “Neruda Coffee Shop” derki sayfalarında daha önce IL Postino Filmiyle ilgili bir yazı yazmıştım, geçmiş yazılarımdan bulup okuyabilirsiniz. Bu şirin kafede de Il Postino’nun harika bir afişi vardı girişte. Kafenin sahibi genç kadının sevgisini en çok anlayan müşterilerinden olduğumu iddia edebilirim. Doğalında film hakkında, kafe adının hikâyesine dair kısa bir sohbetimiz oldu. Kahvelerinin gerçekten lezzetli olduğunu bilin isterim. 

Öğlen kızımla ayrıldık ve ben dönüş yolumda düşüncelerimle başa başa kaldım. Hayatta iyi şeylerin olacağını bilmek mümkün mü, değil. Tahmin etmek belki daha olası bir cevap. İçimize doğan olası ve gerçekçi yavaşlama isteği belki bizi buraya getirdi. Kendime bakıyorum, hayata, hayatıma, bir yanda saçları savrulan bir kız çocuğu geliyor gözlerimin önüne bir yanda bilinmezlik. Belki herkesin hayatındaki kadardır benim de bilinmezliğim, belki biraz daha karışık. Bu biraz tuhaf, çok şey yapabileceğini düşünürken, çok inanırken, çok hırpalanırken bir de çok yalnızken biraz fazlaca “adını tam olarak tanımlayamama” durumu. Kapılmamaya çalıştığım ruh halleri, seyreltmeye çalıştığım ruh halleri için kısa bir molaydı. 

Biraz düzen ihtiyacım var galiba, içimi toparlamaya, kendimi dinlemeye, kitaplarıma yeniden dokunmaya, gece yazılarıma, sessiz müziklerime.

Günler o kadar hızlı geçiyor ki, dışarıdan baktığımda birbirini izleyen aynılar, benzerler, içeriden baktığımda kabuklarımdan sıyrılmaya harcadığım çaba beni mutlu ediyor. Bugün, burada baktığım gördüğüm objeler, insanlar, seçtiğim sesler, ayrıştırdığım anlar çok özeldi… Hayatın bana özel göründüğü şarkılardan biriydi;  defalarca dinlediğim, yüksek tonda dinlediğim harika bir şarkı, yazdığım, okuduğum, umutla beslediğim bir mantra gibi…

Not: Belki bu yazımı Nick Harkola’nın  “Tack and Jibe” müziği eşliğinde okumak istersiniz.

 

 

Ayşegül Ekşioğlu

Fotoğraf -1

Fotoğraf -1

Fotoğraf -2

Fotoğraf -2

Fotoğraf -3

Fotoğraf -3

Fotoğraf -1

Fotoğraf -1

Fotoğraf -5

Fotoğraf -5

Fotoğraf -6

Fotoğraf -6

Image

Arzu KOLOĞLU

1978 yılında Niğde’de memur bir aile...

Image

Aynur GÖRMÜŞ

“Aynur Görmüş” Kimdir? 17 Şubat...

Image

Aynur KULAK

2005 yılında Günlerden Bir Gün romanı ile ede...

Image

Ayşegül EKŞİOĞLU

İstanbul’da doğdum, Pertevn...

Image

Burak KETENCİ

1976 yılında İstanbul’da doğdu. Y...

Image

Gülhan MERİÇ

1975 yılı Düzce doğumludur. Anadolu üniver...

Image

Hasan Ünal TEKAĞAÇ

1974 yılında doğdu. Amasya Merzifonludur....

Image

İbrahim KORKMAZ

1986 yılı Bulgaristan doğumlu olan İbrahim Ko...

Image

İlkay AKIN

Almanya’da doğdum. İlköğretim 1. sınıfı...

Image

Psk. İlkim ÖZ

İlkim öz, Ankara doğumlu olup Hacettepe ünive...

Image

Mehmet DEĞİRMENCİ

1974 yılında Denizli’de doğdu. İstanbul...

Image

Orçun OĞLAKCIOĞLU

Orçun Oğlakcıoğlu 1974 yılında Denizli’...

Image

Özlem KALKAN ERENUS

1989 yılında İstanbul Lisesi'nden, 1993'te...