“ Her şeyin mevsimi, göklerin altındaki her olayın zamanı vardır. “
Tevrat – Vaiz 3
Dünya, başkasının başına gelen kötü olaylardan gizlice zevk alanlarla doluydu. Birbirlerini yüz yüzeyken bile görmeyen, konuşulanları duymayan, sadece kendi rahatını düşünen insanlarla…
İstediğini ele geçirmek için yapmayacağı şey kalmayan bu insan kalabalığının içinde yaşama hevesimi yitireli hayli zaman olmuştu. Her sabah bir önceki sabahın aynısına uyanıyor, anlamadığım birçok eylemle zaman harcıyor ve günün bitmesine yakın yaşadım diyebileceğim bir şeyin kalmamasına hayıflanıyordum. Günlerin, ayların ve hatta yılların böyle yaşanacak olmasına inanmış, kendi sessizliğini bulmuş insandım. Bazen evimden çıkıp kışın uğuldayan rüzgarlı sokağın bitimindeki yokuştan yukarı doğru yürüyordum, yolun bağlandığı caddede bulunan kitap kafede gün ışığının aydınlattığı masalardan birinde oturmayı ve kitap okumayı seviyordum…
Bir Perşembe gününün öğleden sonrası kafede kitap okurken yan masada oturanlar dikkatimi çekmişti; üç arkadaş – üç adam, belki kafasındaki dünyada binlerce sorunla uğraşan ya da uçuşan mutluluklarla yerinde duramayan; ruhunda hüzün, umut, sevinç, yenilgi taşıyan üç sıradan adam - kahvelerini yudumluyordu, kimi zaman heyecanlı kimi zaman da kahkaha dolu bir konuşma içindeydiler. Masamda açık duran kitaba döndüm. Sayfada:
“ Şu dize geldi nedense aklıma, yüksek sesle söyledim kendi sözümmüş gibi. ‘ Ama nasıl hatırlayabilir ki insan uzak yollarda karşılaştığı bütün tanıştıkları?’
Yazıyordu. Başımı kaldırdım, pencerenin dışındaki insanları seyrettim. Kulağıma yan masadaki sohbetten cümleler çalınıyordu. Sarışın, diğerlerine göre daha zayıf olan adam; “ Aşk, çabuk eskiyor. “ dedi. Başıyla onayladı yanındaki. Tam karşılarında oturan adam, sessizdi. Her sohbette iyi bir dinleyici olur diye düşündüm. Tekrar kitaba dönüp ara sıra onlara baktığım için kendime kızdım, sohbetlerini duyduğumu onlara dikkatle baktığımı fark etmişler midir? …
Masada duran kitabın otuz dördüncü sayfasında kalmıştım. Bir fincan kahve söyledikten sonra kulak misafirliğine devam ettim, bu kadar meraklı oluşuma da kendi kendime söylenerek. Sarışın olan anlatıyordu:
“ Anlaşamıyoruz, değişmem gerektiğini söylüyor. Değişirsem mutlu olacağımızı düşünüyor. Neden tek taraflı bu değişim?”
Diğeri de onu destekleyen birkaç şey söylüyordu ama dikkatimi çeken sessiz olandı. Sohbete bazen gülümseyerek katılıyordu. Gözlerim, bir süre yüzünde takılıp kalmıştı. Pürüzsüz, buğday renkte bir teni vardı. Saçlarının kıvrımı, yandan görebildiğim yüz hatlarına uyumluydu. Kendime benzetmiştim bu sessiz duruşunu. Şimdi masalarına gitsem sohbetin kaldığı yerde birkaç cümle de ben söylesem diye aklımdan geçirdim, en çok sessiz olanı izlemek istediğim duygusunu da yok sayarak.
Yüzümü kitabımın açık olan sayfasına çevirdim. Mutlu eden anılarının değersizleşmesinden bahsediyordu sarışın adam. Bana göre ise bir ilişkide önemli olan yaşamayı bulmaktı. Öyle en koşuşturmalı halde bile yaşamın sakinliğini taşımak, karşındaki insanı görmek; ama içten, derin, olanca renk çeşidiyle görebilmek, yüreğini hep ortada tutmak, başını omzuna yasladığında huzuru bilmek, öğrenmek ve bir olmaya birlikte dönüşmek…
Yaşama hevesini yitirdiğini düşünen biri için çok umut verici gelebilir bu düşüncelerim, bilmediğim anlamadığım bir hızla işte tam da o umutlanmaya sürüklenişimin anlarıydı bunlar. Böyle bir şey mümkün müydü yani?
Bütün bu düşündüklerimi söylemişim gibi başımla kendimi onaylıyor, sohbetin içindeymişim gibi destek bekliyordum. Bir zaman sonra silkelen dedim kendime, kitap okumaya bir süre daha devam ettim:
“ Kendi hikayemi kendime anlatmaktan, durmaksızın aklımdan geçirmekten bıktım Lin Bey oğlum. Artık içimde eskiyor. Dışarı vuracak sözcükleri bulamıyorum. Sizinle konuşuyorum ya, bir yandan eski anılar kayıyor dilimin altından. Her şeyi iç içe, karmakarışık, yaşandığı gibi anlatmanın bir yolu bulunmadı mı? “ *
Sohbetlerini dinleme isteğim hiç azalmıyordu. Üstelik farklı bir sesten birkaç cümle duymuştum. Başımı çevirdiğimde ışıltılı bir çift gözle karşılaşmıştım, gülümsedim, gülümsedi. Beyaz bir tişört giymişti; vicdanı, yüreği, aklı da böyledir diye geçti aklımdan. Daha önce bir insan hakkında bu hızla fikir sahibi olmamıştım. Aynı hızda da kendimi böyle biri olduğuna inandırmıştım. Bu sohbete dışarıdan tanık olan ben, bir o kadar da dahildim. Sözü dönüp dolaştırıp değişmeye getiriyorlardı. “ Sen ne düşünüyorsun? “ diye sordu diğeri, sessiz duran arkadaşına. Nihayet sesini duyacaktım. Derin bir nefes aldıktan sonra:
“ Değişmek için çırpınmaya gerek var mı? Bunu biz istiyorsak gerçekleştirebiliriz, bir başkası istediği için değil. Değişim, bir iyileşme süreciyse eğer hepimiz değişmek için çabalayalım ama karşımızdaki insanı kendi inandıklarımıza göre benimseyecek ve seveceksek birbirimizin hayatında hiç olmayalım daha iyi. “ dedi.
Ben de başımla onayladım. Haklıydı. Bir sessizlik oldu. Sarışın olan kahvesini yudumladı, yanındaki arkadaşı kapıya doğru yürüdü, o ise olanca sessizliğiyle sadece parlıyordu. Kalabalıkların içinde sadece onu görüyor ve gülümsüyordum…
Kitabı okumaya devam ettim.
“ …yeni yollar düştü gönüllerine. Yıllar sonranın öykülerinde gerçek yerlerini almaya gittiler…”
Yazıyordu. Kitabı kapattım, kahvem bitmişti. Kitabı çantama koyarken küçük bir ayna çıkarttım, kendime baktım. Bu yüzü yıllar önce görmüştüm. Aynı gülümseme duruyordu, hiç rastlamayacağıma inandığım o ifade öylece gelip yerleşmişti yüzümün olanca kıvrımına. Ertesi gün, iş yerine bambaşka biri olarak gittiğimi düşünen arkadaşlarımdan birisi; “ Bu değişimin sebebi ne?” diye sordu. Aklıma geleni anlatmadım…
*Tomris Uyar, “Yüz Düşleri, Düş Kışları” Sayfa 34
Serap Şahin