"Meltemin estiği gökyüzünde seni bekleyen özgürlük var. Gel gör ki sen ya düşersem diye sorup duruyorsun. Peki, canımın içi ya uçarsan?"
Birkaç gündür ruhuma dokunan bu cümleleri nasıl kâğıda dökeceğimi düşünür oldum.
Sonbaharın serinliği her insanda olduğu kadar benim de içimdeki korlara bir avuç serinlik bıraktı. Hayatın tozlu, taşlı yollarında ilerlerken; bu kocaman yaşlı dünyada kendi izimi bırakmaya çalışmanın bende yarattığı duygu sağanağını anlamaya çalışıyorum. Günün yoğunluğunda zihnimi susturamamak okkalı bir ağırlık. Beni üzen, kaygılandıran her çentiği yeni bir bakış açısı ve kabullenişle geride bırakmak... Yapmaya çalıştığım sadece bu.
Başarı haneme aldıklarım, başarısızlık kavramını öğreti inancına dönüştürmek, hırpalanmış reddedişleri sükûnetli kabullenişlere döndürmek nedense bana çok iyi geldi. Yıprandığımı düşünürken bir de bakmışım ki iyileşiyorum.
Yorgun argın kendimi bir kafenin sakin arka bahçesine atmıştım. İşte bu cümle genellikle yüzleşmek istemediğim endişelerime balyoz gibi indi.
Biliyorum...
Ne hissettiğimi, neler hayal ettiğimi, nelerden korktuğumu, nelere güvendiğimi ve ardımda neleri bıraktığımı artık biliyorum. Her ayrıntı havada uçuşan toz zerrecikleri gibi; sanki yıllardır kapalı kalmış o eski ahşap kapının kilidini çevirdim ve adımımı attım. Artık kendimleyim. İçimde, bende... Bu flu ve unutulmuş oda benim iç dünyam. Ruhum, özüm, kalbim, bilincim, algım, benliğim.
Bir tarafta geçmişim, bir tarafta bu geçmişimle ulaştığım bugünüm, bir tarafta ise geçmişim ve ulaştığım bugünümle şekillenecek geleceğim. Bir yere kadar kolaydı, bir yere kadar zor... Zor ya da kolay, beğensem de beğenmesem de bu öğretiler, yaşanmışlıklar, tecrübelerle işlenen koca bir ömür benim.
Zihnim öyle dehlizlere varıyor, öyle tepelere ulaşıyor ki zaman zaman; bu kalabalığın içinde kaybolduğum hissine kapılıyorum. Maalesef yakın zamanda kaybettiğimiz Ferit Edgü’nün “DOĞU ÖYKÜLERİ” kitabındaki Mirza'm... En sevdiğim, yıllar içinde en çok aklımda kalan öyküsü. Ne diyordu Mirza bir dolambacın kıyısına geldiğinde:
"Göreceğim... Bir kez daha."
Yeniden demenin en sade hali. Bu sözü hiçbir zaman aklımdan çıkarmadım. Yine kendime dermanım, tıpkı kendime dertlendiğim gibi.
Söylenecek çok söz, ağlanacak çok duvar olsa da dilim lal.
Olacak olan oluyor. Geriye dönüp bakmak yerine özüme işlediğim kodlarla bundan sonra nereye yol alacağım önemli. Nasıl yaşayacağım, nasıl baş edeceğim, öğretilerle ne kadar ileriye gidebileceğim asıl konu bu.
Mesele benim, mesele sensin, mesele dış dünyaya kapılarını kapatıp özü dinlemek. Bu adımları atarken ne kadar umutlu ve iyimser olacağım, ne kadar kendime güveneceğim, ne kadar öz değerimin farkında olacağım, kendime ne kadar öz şefkat göstereceğim. Mesele bundan ibaret. Umutsuzluğa kapılmadan, hayalleri de besleyerek; anlamaya anlamlandırmaya çalışmak. Ulvi ruha özlemi bitirmek, çürümüş, kokuşmuş anıları, durumları, duygu ve düşünceleri serbest bırakmak zamanıdır.
Kolay olduğunu kimse söylemedi ama belki de o kadar zor değildir. O kolayı görebilmek, almak, kabul etmek ve inanmaktır yol haritası. Belki de o tozlu odada kısa bir an durup nefes almak ve yeniden bir kez daha nefes verebilmektir.
Nefes almayı hatırla, fazla derine inmeden çok da yüzeyde kalmadan.
İçtenlikle
Ayşegül Ekşioğlu