Zamanın izinde savrulmalar, yara bere içinde hatıralar, izdüşümleri birbiri içinde anlam buluyor. Zamanın izinde hayatlardan daha çok hayaller sarıp sarmalıyor bizi, hayal adımlarını takip etmeye yetişemiyor gerçekler. Geçmişten kopamayan, geleceğe yetişemeyen eylemlerimiz bugünlere anlam yüklemeye çalışıyor.
Günü günden kalanları sorgulayarak bitirmeye çalışıyoruz. Yorgun, belki kırgın, alışmış ruhların rehavete uzanan gölgeleri anıları ağırlaştırıyor, geceye ne kalıyor? Birkaç sorgulama kırıntılarıyla bezenen uyku hali kucaklıyor sessizliği. Heveslerin, bir iş başarma, bir sonuca varma kararlılığının kırıntılarıysa ne olup bittiğini bilemeden bir çekmecede bekliyor. Öylece, sakin, sessiz, kabullenmiş. Her yenilgide güvensizliğin damarları biraz daha genişliyor, esneme payı sonsuz. Bir daha asla eski halini alamayacağını bile bile. Sorsalar herkes iyi, hepimiz muhteşemiz. Son günlerde zihnimin bir köşesinde, sırça köşklerin bir tuğlasını yerinden oynatsam ne olur acaba düşüncesi ağır basıyor.
Yüzeyde…
Her şey cilalı. Ortalığa saçılan biraz dağılmışlık, bir parça farkındalık, bir damla derinlik zül geliyor bize. Varlığımızın çevresinde dokunulmaz zırhlar taşıyoruz. Nasıl anlaşacağız peki? Hangi yolları aşıp kalbimizin etiketini yırtacağız? Yırtalım ki pıt pıt atan kanlı canlı ruha, öze ulaşabilelim. Başarı, mevki, cazibe, muktedirlik, statü arayışları yükselen değerler başlığında çoğalsın mı yoksa? Aşağıda üzerine basa basa hamur haline getirilmiş kıymetli değerler haline mi yansın? Yana yana kül olsun, sönüp gittiğine kimse üzülmesin, unuttuklarımızın farkına varmadan hayatlarımızı çoğaltalım. Ufak bir detay, minik bir ayrıntı, güzel bir söz, vefa dolu bir bakış eksik olsun ( mu?)
Çizgiden çıkmak, çemberin dışında kalmak, melodisini dinlemek kadar kolay olmuyor. Sabır istiyor, ayrıca sadık bir özgüven. Hepsinden öte göğüs germe cesareti. Sadeleşmek ve salt bu değil yavaşlamak alınabilecek en radikal kararlardan biri kanımca. Olağan ruh halleri olağandışı hale geliyorsa, başka normallere alışmaya çalışırken kuşatılmışlık duygusu ağır basıyorsa yavaşla. Ne çok kalabalık, ne çok insan, duygu, hırs, endişe, ne çok kaos, hareket, sıradanlık… Bu kadarını yaşamak zorunda mıyız? Bu şehir beni boğuyor derken köklenmeye devam etmek, önünden geçip gittiğimiz vitrinde bize çocuksu heyecanları hatırlatan kar küresini görememek ne acı. Masa üzerindeki kâğıt yığını arasında kayboluyor, üç beş kısa nefesle, kocaman karton bardaktan bir yudum alıyor, hayat ne kadar da hızlıymış, gün başlamadan bitiyormuş bir de üstelik yapılacaklar listesi olduğu gibi duruyormuş diyoruz öyle mi? Öyleyse yavaşla. Hayat o kadar çok ki aslında, herkese, her şeye yetecek kadar, sade ve alçak gönüllü ve anlayışlı, vefalı.
Hayal et diye başlayan cümleleri ne kadar sık hatırlıyoruz? Aslında ihtiyacımız bu. Ardına kaç hayal sığdırabiliriz. Beş, on, yüz… Kocaman yüreklerle iyi hamur bir deftere eski bir dolmakalemle yazılacak onlarca satır olabilir.
Sadeleş, yavaşla ve hayal et, sadece:
Mavi beyaz köpüklerin arasında suya daldığında, biraz daha derine inme merakına nasıl iyi gelir bu buluşma. Tekrar yukarı süzüldüğünde gözlerini kamaştıran güneş iyilik peşindedir, huzurla birliktedir.
Sakin akan bir nehir kenarında elbisenin etekleri otlara takılıyor, sandaletlerin elinde toprağı adımlıyorsun, burnuna dolan türlü türlü kokunun hangi bitkiye, çiçeğe ait olduğunu anlamaya çalışıyorsun. Defne olabilir, ya da ardıç.
Serin bir akşamüstü, taş duvarlarla çevrili avluya demir bir kapıdan geçerek giriyorsun. Konser alanını tarif ediyorlar, uzun taş koridoru geçiyor, sana ayrılmış koltuğa gömülüyorsun, ışıklar sönüyor. Moonlight Sonata tınıları dolduruyor her yanı.
Bir el uzanıyor sana bir merdiven başında. Gözlerini kapayarak sana yol gösteren dokunuşlara güveniyorsun. Birkaç basamak çıkıyor tok bir kapı sesiyle bitiriyorsun yolculuğu. Gözlerini açtığında aydınlık bir atmosfer karşılıyor seni uçuk sarı mimozalar taşmış vazolardan. Sonsuz maviliğe açılan beyaz kanatlı pencereler çarpıyor gözüne. Masif parke üzerinde sağa sola serpiştirilen eşyalar, yüksek tavanlı odanın duvarlarına çarpan melodiler, zarif heykeller, raflarda kitaplar sana bakıyor. Önce hangisine dokunacağını sen de kestiremiyorsun. Her şey olağanüstü bir dengede sanki hep oradaymışsın gibi sarmalıyor seni, sen de gör.
Pencere kenarında akşam güneşi, sakin sakin sallanan yapraklarla bir Ege kasabasının akşamüzeri ışıklarına uzanıyor zaman. Kitabındaki son birkaç sayfayı keskin bir kahve kokusuyla bitirmeye çalışıyorsun. Her şey yerli yerinde, sade, yeterli, gökyüzünde Sait Faik’in tarif ettiği esmer lekeler; bu kez gidiyorlar.
Ruhumuza doğru yol arayışları, yürüyüşler diye tanımlıyorum ben bu anları. Uzun, kaotik hayat sarmalından kısacık kaçışlar belki de. Dolambaçlı düşünce yığınları içinde kendine yer açmaya çalışan birkaç yavaşlama anı, sadelik sadece. Fark edebildiklerimiz ya da fark edemediklerimizle birlikte. Belki de ruhun özgürlüğüne duyulan merak, özlem, hatırlayış çemberinde yürüyüşler. Bu hislerin kelimelere dökülmesi bir sese, bir nefese uzanması hevesini taşıyorum.
Aslında herkes gibi biraz dağılmış, çokça yaşayan.
Belki yalnız, belki çoğalan.